25 Aralık 2013 Çarşamba
Yılbaşında Çam Ağacı Süsleme Adeti Nereden Geliyor?
Yılbaşı günlerinde, evin bir köşesinde, minik bir çam ağacı bulundurmak ve onu süslemek adetinin kökeninin Almanya olduğu ileri sürülür. Almanların cennet ağacı adını verdikleri ve Adem ile Havvanın gizemli hikayesine dayanarak üzerini elmalarla donattıkları ağaç köknardı. 15. yüzyıldan sonra bu ağaçlara sadece meyve değil ekmek, bisküvi gibi yiyecekler de asılmaya başlanmış, Protestanlığın yayılması ile birlikte bunlara yanan mumlar da eklenmiştir. Adet Avrupaya yayılırken aynı zamanda göçmenler tarafından Amerikaya da taşınmıştır. Aslında ağaçların ruhani törenlerde önemli bir sembol olarak yer alması adeti çok eskilere, Hıristiyanlık öncesi zamanlara, hatta putlara ve doğaya tapınıldığı zamanlardaki Mısır ve Çin uygarlıklarına kadar uzanır.
O devirlerde doğanın yeşilliği ve ağaçlar sonsuz hayatın sembolleriydiler. Benzer şekilde Kuzey Avrupa ülkelerinde de yine Hıristiyanlıktan çok daha önceki zamanlarda ağaçlar ruhani bakımdan kutsal kabul ediliyorlardı. Kuzey Avrupada kış aylarında sadece bir kaç saat süren gündüzler 21 Aralıktan itibaren uzamaya başlarlar. Uzun karanlık günlerin bittiğinin, gittikçe daha aydınlık günlerin geleceğinin müjdesi olan Aralık ayının bu günleri de törenlerle karşılanırdı. Bu adet Avrupada güneye indikçe değişerek yayıldı. Romalılar zamanında takvimin başlangıcının, dünyanın yaratıldığı ay olduğuna inanılan ve tabiatın canlanmasının müjdecisi olan Mart ayından Ocak ayına kaydırılması ile kutlanacak tarihler konusunda kafalar iyice karıştı.
Zamanla Kuzey Avrupa ülkelerinin karanlığın bitişi ayin ve kutlamaları, Hıristiyan dünyasınca Hz. İsanın doğum günü kabul edilerek ki bu kesin değildir. Noel kutlamalarına dönüştürüldü. Bu arada ağaçlar, özellikle çam ağaçları bu kutlamanın simgesi olmaya devam ettiler. Her ne kadar yılbaşı günlerinde bir çam ağacının süslenmesi tüm dünyada adet olduysa da bu günün dini bakımdan bir özelliği yoktur. Dünyanın Güneş etrafındaki bir turunu tamamladığı coğrafi bir konumdur. Uygarlık ve teknolojinin ilerlemesi ile çam ağacı üzerindeki mumların yerlerini yanıp sönen minik renkli ampuller, elma, ekmek ve bisküvinin yerini rengarenk süsler aldı. Günümüz insanı ağaçlara tapmamasına rağmen onların kıymetini daha iyi biliyor. Bir kaç günlük eğlence için çam ağaçlarını kesmiyor, plastik taklitlerini kullanıyor.
Doğum Gününde Pasta Kesme Adeti Nereden Geliyor?
Doğum günlerinde pasta kesmek adetinin ise tarihi kökeni ve amacı değişiktir. Zaten tek kat olan şekli ve üzerindeki mumlar nedeniyle pasta görünüş olarak da düğün pastasından farklıdır. Pasta sözcüğünü hep günümüzdeki anlamı ile kullanıyoruz. Aslında tarihi gelişimi içinde kek demek daha doğru olur. Doğum günü pastasının bilinen tarihi Helen uygarlıklarına kadar uzanır. Bir kutlama amacı ile ortaya çıkması ise Ortaçağda Almanyada olmuştur. 13. yüzyılda Almanyada çocuklara gösterilen ilgi belki bugünkünden bile fazlaydı.
Doğum günleri bir festival şeklinde kutlanıyordu. Doğum günü kutlaması sabaha karşı, şafakta, gün ağarırken başlıyordu. Üstü yanar mumlarla süslenmiş pasta kek eve getirildiğinde çocuk uyandırılıyor, pastanın üstündeki mumların ise yemek vakti gelene kadar devamlı değiştirilerek sürekli yanar halde kalmaları sağlanıyordu.
Yemeğin başında çocuk mumları üfleyerek söndürüyor ve şölen başlıyordu. Pastanın üzerindeki mumların sayısı çocuğun yaşından bir fazla oluyordu. Bu bir fazla mum, bir gün sönecek hayatın ışığını simgeliyordu. Ayrıca çocuğa bir çok hediyeler getiriliyor, o gün istediği, sevdiği yiyecekler hazırlanıyordu. Yani o zamanlarda doğum günü kutlamaları çocuklara yönelikti.
Günümüzde her yaştan insanın kutladığı doğum günü ve kesilen pasta işte o zamanların bir adetinin devamıdır. Doğum günü pastasının üstündeki mumları bir üfleyişte söndürmek, bu arada bir dilek tutmak, eğer dilek gerçekleşirse bunu kimseye söylememek adetleri de o günlerden kalmadır.
Ateş Böceği (ZIRANBULA) Nasıl Işık Saçıyor?
Yaz gecelerinin karanlığında otların arasında veya havada uçarken parıldayan, yanıp sönerek sarı-yeşil bir ışık veren bir böceği görmüşsünüzdür. Yanına yaklaşıldığında ışığını söndüren, gece karanlığında izini kaybettiren bu böceğin ismi ateş böceğidir.
Aslında bu böceğin verdiği ışığın ateşle de sıcaklıkla da bir ilgisi yoktur. Bunun bilimsel adı “soğuk ışık”tır ki günümüz teknolojisi bu ışığı henüz yapay olarak üretmeyi başaramamıştır. Bilim insanları dünyada milyonlarca yıldır mevcut olan bu tabiat teknolojisinin önce çalışma mekanizmasını çözmek sonra da taklit ederek insanlık hizmetine sunabilmek için çalışmalarına hız vermişlerdir.
Kısa bir zaman öncesine kadar sürtünme veya ısı olmadan ışık elde etmenin imkansız olduğuna inanılıyordu. Nasıl ki normal bir ampul kendisine verilen enerjinin yüzde 4”ünü, florasan ampul ise yüzde 10”unu ışığa dönüştürebiliyor, geri kalanını ısı olarak yayıyorsa, ateş böceğinde de benzer bir durum olduğunu sanan bilim insanları, böceğin bu iş için kullandığı enerjinin tamamını ışığa dönüştürebildiğini tespit edince hayrete düştüler. Gelelim ateşböceğinin ışık üretme mekanizmasına... Aslında ateş böceklerinin ışık verme reaksiyonları o kadar hızlıdır ki bu fonksiyonun kademelerini incelemek hemen hemen imkânsızdır. Yani ışık üretim mekanizması hakkındaki bilgiler hala teoride kalmaktadırlar. Kesin olarak bilinen bunun moleküler seviyede kimyasal bir işlem olduğu, bazı moleküllerin ayrışarak daha yüksek enerjili hale geçebildikleri ve bu fazla enerjiyi ışığa dönüştürebildikleridir.
Ateş böceğinin karın bölgesindeki ışık organında bulunan guddelerden, ışık elde elmede rol alan iki ana kimyasal madde üretilmekledir. Bunlardan birincisinin kimyasal yapısı aydınlatılmış ve yapay olarak elde edilmiştir. İkincisinin ise yapısındaki gizem çözülmesine rağmen sentetik olarak üretilmesi hala mümkün olamamıştır. Ateş böceklerinde üretilen iki kimyasalın birleşiminin de ışık vermeye tam olarak yetmediği, böceğin ışık bölgesine yakın solunum organının ışık verme anında burayı oksijenle beslemesi gerektiği tespit edilmiştir. Bilinmeyen bir başka ayrımı ise bu ışığı hangi şalterin açıp kapadığıdır.
Bu gizemli böceklerin 2 bin çeşidi olup erkekleri uçabilirken dişileri kanatsızdırlar. Erkekler dişileri aramak için geceleri uçarlar ve ışıklarını birbirleri ile iletişim kurmak için kullanırlar. En iyi ışık verimini gelişmiş dişiler verir. Ateş böcekleri geceleri 3 saat süreyle ışık verebilirler.
Genellikle ısırarak zehirledikleri salyangozları yedikleri için kireçli toprakların olduğu nemli bölgelerde daha çok görünürler. Parlamayı sağlayan kimyasal maddeler sayesinde, kazara onu yiyen bir düşmanı kusmak zorunda kalır ve bir daha başka ateş böceği yemeye teşebbüs etmez.
20 Aralık 2013 Cuma
Kuran-ı Kerim'de Yer Alan Element İsimli "Hadid (Demir)" Suresinde Sıra Dışı Tespit ve Diğer Mucizeler
Kuran-ı Kerim'de yer alan element isimli "Hadid (Demir)" suresinde, Radon, Potasyum, Zirkonyum ve Titanyum gibi diğer elementlere de atom numaralarıyla ve ağırlıklarıyla birlikte işaret edilmektedir. Halbuki o yıllarda elementler ve atom numaraları henüz keşfedilmemişti. İşte bu yüzden Kuran çok büyük bir mucize daha sergilemektedir
Rn (Radon)
Element isimli surede(Hadid: Demir) "R" ve "N" harfleri ilk defa burada yan yana geliyor. Ayetin başlangıcından buraya kadar 86 harf geçmektedir. Aynı şekilde "Rn" elementinin atom numarası da 86'dır.
Zr (Zirconium)»» Element isimli surede(Hadid: Demir) "Z" ve "R" harfleri ilk defa burada yan yana geliyor. Ayetin başından buraya kadar 40 harf geçmektedir.Aynı şekilde "Zr" elementinin atom numarası da 40'dır.
Ta (Tantalum)»» Element isimli surede(Hadid: Demir) "T" ve "A" harfleri bitişik olarak ilk defa burada yan yana geliyor. Ayetin başından buraya kadar 73 harf geçmektedir. Aynı şekilde "Ta" elementinin atom numarası da 73'tür.
Yb (Ytterbium)»» Element isimli surede(Hadid: Demir) "Y" ve "B" harfleri ilk defa burada yan yana geliyor. Ayetin başlangıcından buraya kadar 70 harf geçmektedir. Aynı şekilde "Yb" elementinin atom numarası da 70'tir.Ayrıca Yb harflerinin tersi olan By isminde herhangi bir element yoktur.
F (Fluorine)»» Element isimli surede(Hadid: Demir) "F" harfi ilk defa burada geçiyor. Ayetin başından buraya kadar 9 harf geçmektedir. Aynı şekilde "F" elementinin atom numarası da 9'dur.
Ayrıca F harfinden hemen önceki harf yani 8.harf Elif harfidir. Atom numarası 8 olan 8.sıradaki element "O" Arapça'da Elif harfiyle gösterilmektedir. Kısacası burada F elementiyle birlikte O(Okijen) elementine de işaret edildiğini düşünüyoruz.
Sm (Samarium)»» Element isimli surede(Hadid: Demir) "S" ve "M" harfleri ilk defa burada yan yana geliyor. Ayetin başından buraya kadar 62 harf geçmektedir. Aynı şekilde "Sm" elementinin atom numarası da 62'dir. Ayrıca Sm harflerinin dizilim olarak tersi olan Ms isminde herhangi bir element yoktur.
As (Arsenic)»» Element isimli surede(Hadid: Demir) "A" ve "S" harfleri ilk defa burada yan yana geliyor. Ayetin başından buraya kadar 33 harf geçmektedir. Aynı şekilde "As" elementinin atom numarası da 33'dür.
Te (Tellurium)»» Element isimli surede(Hadid: Demir) "T" ve "E" harfleri ilk defa burada yan yana geliyor. Ayetin başlangıcından buraya kadar 127 harf geçmektedir. Aynı şekilde "Te" elementinin atom ağırlığı da 127'dir.
K (Potassium)»» Element isimli surede(Hadid: Demir) "K" harfi ilk defa burada geçiyor. Ayetin başından "K" harfinin olduğu yere kadar 39 harf geçmektedir. Aynı şekilde "K" elementinin atom ağırlığı da 39'dur.
Ti (Titanium)»» Element isimli surede(Hadid: Demir) "T" ve "İ" harfleri ilk defa burada yan yana geliyor. Ayetin başından buraya kadar 47 harf geçmektedir. Aynı şekilde "Ti" elementinin atom ağırlığı da 47'dir.
S (Sulfur)»» Element isimli surede(Hadid: Demir) "S" harfi ilk defa burada geçiyor. Ayetin başlangıcından buraya kadar 32 harf yer almaktadır. Aynı şekilde "S" elementinin atom ağırlığı da 32'dir.
Ozon Tabakası Kuranda yazıyormuydu?
Ozon kelimesi Arapça'da, Türkçe'de ve diğer tüm yabancı dillerde hemen hemen aynı şekilde okunup yazılır. Ozon kelimesini oluşturan O-Z-O-N harfleri 72:6 numaralı ayette geçmektedir. Üstelik bu ayetten sonraki ayetlerde "Gökyüzünün koruyucusu (bekçisi)" ifadesi kullanılıyor. Aslında bu ifade ozon tabakası için de çok yerinde ve doğru bir tanımlamadır. Çünkü ozon gökyüzündeki koruyucu tabakadır ve dünyayı tehlikeli güneş ışınlarından korur.
Halbuki Kuran'ın indirildiği 7.yüzyılda kimse ozon tabakasından haberdar değildi. Bu ayetin dışında 18:90 numaralı ayetin de ayrıca ozona işaret ettiğini düşünüyoruz çünkü bu ayette de "Güneşe karşı bir siper (koruyucu)" ifadesi yer almaktadır. Tüm bunlar için rastlantı diyemeyiz çünkü O-Z-O-N (Arapça'da Vav-Ze-Vav-Nun) harfleri çok nadir olarak binlerce ayette bir yan yana gelmektedir ve "Gökyüzünün koruyucusu (bekçisi)" ifadesiyle aynı bölümde geçmektedir.
Yeni Bir Kur'an Mucisesi : Petrol
İçinde bulunduğumuz çağda maalesef enerji kaynakları uğruna savaşlar çıkmaktadır. Enerji kaynaklarının başında gelen petrolün oluşumuna ve ismine Kuran-ı Kerim yüzyıllar öncesinden işaret etmektedir. Petrol ismine işaret edilmesi mucizevi niteliktedir çünkü petrol kelimesi ilk olarak bir Alman minerologun 1556 tarihli "De Re Metallica" isimli eserinde geçmektedir yani Kuran'dan yüzyıllar sonra... Kısacası Kuran'dan asırlar sonra dünya dillerinde petrol kelimesi kullanılmaya başlanmıştır dolayısıyla Kuran petrol kelimesinin tüm dünyada kullanılacağına önceden işaret etmiştir.(Petrolün farklı dillerdeki yazılışı veya okunuşu hemen hemen aynıdır Türkçe,İngilizce,Arapça'da olduğu gibi)
Petrol kelimesini oluşturan harfler tüm Kuran'da baştan sona sadece iki yerde geçmektedir (harfler soldan sağa doğru ters diziliyor). Bunlardan ilki 6:59 nolu ayettir ve bu ayette petrole işaret edercesine "yeraltının karanlıklarındaki" ifadesi kullanılmaktadır. Yani petrolün yer altında olduğuna işaret edilmektedir.
Ayrıca bilimadamları petrolün oluşum kökenini hem hayvansal hem de bitkisel olarak açıklamaktadırlar. Yani eski çağlardaki yeşil bitkilerin uzun bir zaman aralığından sonra petrole dönüştüğünü ifade etmektedirler. Kuran'daki bir ayet de bununla örtüşmektedir: " (Rabbin) yeşil otu çıkardı, sonra da onu kapkara(simsiyah) bir sel artığına(sıvıya) çevirdi..." (Ala suresi 4,5)
Canlıların ve insanın yaratılışı konusundaki ayetlere baktığımızda, bu yaratılışların mucizevi şekilde olduğunu açıkça görürüz. Bu mucizevi yaratılış şekillerinden biri, canlıların sudan yaratılmasıdır. Pek çok ayette açıkça ifade edilen bu bilgiye insanların ulaşmaları ise, yüzyıllar sonra mikroskobun icadı ile mümkün olmuştur.
Bugün en temel ansiklopedilerde "Su, canlı maddenin en büyük öğesidir. Canlı organizmaların ağırlığının %50-90'ı sudur" ifadeleri yer almaktadır. Ayrıca bütün biyoloji kitaplarında bahsi geçen standart bir hayvan hücresinin sitoplazması (hücrenin temel maddesi) da %80 sudan oluşur. Sitoplazmanın analiz edilip bilimsel kayıtlara geçirilmesi, Kuran'ın indirilmesinden yüzyıllar sonra gerçekleşmiştir. Dolayısıyla bugün bilim dünyasının kabul ettiği bu gerçeğin Kuran'ın indirildiği dönemde bilinmesi kuşkusuz ki mümkün değildi. Ancak buna rağmen insanların keşfinden 14 yüzyıl önce Kuran'da bu bilgiye dikkat çekilmiştir
3 Karanlık Evreran'da insanın anne karnında üç aşamalı bir yaratılışla yaratıldığı bildirilmektedir:
Kuran'da insanın anne karnında üç aşamalı bir yaratılışla yaratıldığı bildirilmektedir:
... Sizi annelerinizin karınlarında, üç karanlık içinde, bir yaratılıştan sonra (bir başka) yaratılışa (dönüştürüp) yaratmaktadır…(Zümer Suresi, 6)
Yukarıdaki ayette Türkçeye "üç karanlık içinde", "üç katlı karanlık içinde" olarak çevrilen Arapça "fi zulumatin selasin" ifadesi embriyonun gelişimi sırasında bulunduğu üç karanlık bölgeye işaret etmektedir. Bu bölgeler sırasıyla:
a) Batın duvarı karanlığı
b) Rahim duvarı karanlığı
c) Amniyon zarı karanlığıdır.
Görüldüğü gibi bugün modern biyoloji, bebeğin embriyolojik gelişiminin yukarıdaki ayette bildirildiği şekilde, üç farklı karanlık bölgede gerçekleştiğini ortaya koymuştur.
.. Sizi annelerinizin karınlarında, üç karanlık içinde, bir yaratılıştan sonra (bir başka) yaratılışa (dönüştürüp) yaratmaktadır…(Zümer Suresi, 6)
ÇAMURDAN YARATILIŞ
Allah Kuran'da insanın yaratılışının mucizevi bir biçimde olduğunu haber verir. İlk insan, Allah'ın çamuru şekillendirip insan bedeni haline getirmesi ve ardından bu bedene ruh üflemesiyle yaratılmıştır:
Hani Rabbin meleklere: "Gerçekten Ben, çamurdan bir beşer yaratacağım" demişti. "Onu bir biçime sokup, ona ruhumdan üflediğim zaman siz onun için hemen secdeye kapanın." (Sad Suresi, 71-72)
Bugün insan dokuları incelendiğinde, yeryüzünde bulunan pek çok elementin insanın dokularında da bulunduğu ortaya çıkar. Canlı dokuların %95'i karbon (C), hidrojen (H), oksijen (O), nitrojen (N), fosfor (P) ve sülfür (S)'den oluşur ve canlı dokularda toplam 26 element bulunur. Görüldüğü gibi Kuran'da 14 asır evvel bildirilenler, modern bilimin bize söylediklerini -insanın yaratılışındaki malzeme ile toprağın içerdiği temel elementlerin ortak olduğu gerçeğini- tasdik etmektedir.
Alıntı
Rn (Radon)
Element isimli surede(Hadid: Demir) "R" ve "N" harfleri ilk defa burada yan yana geliyor. Ayetin başlangıcından buraya kadar 86 harf geçmektedir. Aynı şekilde "Rn" elementinin atom numarası da 86'dır.
Zr (Zirconium)»» Element isimli surede(Hadid: Demir) "Z" ve "R" harfleri ilk defa burada yan yana geliyor. Ayetin başından buraya kadar 40 harf geçmektedir.Aynı şekilde "Zr" elementinin atom numarası da 40'dır.
Ta (Tantalum)»» Element isimli surede(Hadid: Demir) "T" ve "A" harfleri bitişik olarak ilk defa burada yan yana geliyor. Ayetin başından buraya kadar 73 harf geçmektedir. Aynı şekilde "Ta" elementinin atom numarası da 73'tür.
Yb (Ytterbium)»» Element isimli surede(Hadid: Demir) "Y" ve "B" harfleri ilk defa burada yan yana geliyor. Ayetin başlangıcından buraya kadar 70 harf geçmektedir. Aynı şekilde "Yb" elementinin atom numarası da 70'tir.Ayrıca Yb harflerinin tersi olan By isminde herhangi bir element yoktur.
F (Fluorine)»» Element isimli surede(Hadid: Demir) "F" harfi ilk defa burada geçiyor. Ayetin başından buraya kadar 9 harf geçmektedir. Aynı şekilde "F" elementinin atom numarası da 9'dur.
Ayrıca F harfinden hemen önceki harf yani 8.harf Elif harfidir. Atom numarası 8 olan 8.sıradaki element "O" Arapça'da Elif harfiyle gösterilmektedir. Kısacası burada F elementiyle birlikte O(Okijen) elementine de işaret edildiğini düşünüyoruz.
Sm (Samarium)»» Element isimli surede(Hadid: Demir) "S" ve "M" harfleri ilk defa burada yan yana geliyor. Ayetin başından buraya kadar 62 harf geçmektedir. Aynı şekilde "Sm" elementinin atom numarası da 62'dir. Ayrıca Sm harflerinin dizilim olarak tersi olan Ms isminde herhangi bir element yoktur.
As (Arsenic)»» Element isimli surede(Hadid: Demir) "A" ve "S" harfleri ilk defa burada yan yana geliyor. Ayetin başından buraya kadar 33 harf geçmektedir. Aynı şekilde "As" elementinin atom numarası da 33'dür.
Te (Tellurium)»» Element isimli surede(Hadid: Demir) "T" ve "E" harfleri ilk defa burada yan yana geliyor. Ayetin başlangıcından buraya kadar 127 harf geçmektedir. Aynı şekilde "Te" elementinin atom ağırlığı da 127'dir.
K (Potassium)»» Element isimli surede(Hadid: Demir) "K" harfi ilk defa burada geçiyor. Ayetin başından "K" harfinin olduğu yere kadar 39 harf geçmektedir. Aynı şekilde "K" elementinin atom ağırlığı da 39'dur.
Ti (Titanium)»» Element isimli surede(Hadid: Demir) "T" ve "İ" harfleri ilk defa burada yan yana geliyor. Ayetin başından buraya kadar 47 harf geçmektedir. Aynı şekilde "Ti" elementinin atom ağırlığı da 47'dir.
S (Sulfur)»» Element isimli surede(Hadid: Demir) "S" harfi ilk defa burada geçiyor. Ayetin başlangıcından buraya kadar 32 harf yer almaktadır. Aynı şekilde "S" elementinin atom ağırlığı da 32'dir.
Ozon Tabakası Kuranda yazıyormuydu?
Ozon kelimesi Arapça'da, Türkçe'de ve diğer tüm yabancı dillerde hemen hemen aynı şekilde okunup yazılır. Ozon kelimesini oluşturan O-Z-O-N harfleri 72:6 numaralı ayette geçmektedir. Üstelik bu ayetten sonraki ayetlerde "Gökyüzünün koruyucusu (bekçisi)" ifadesi kullanılıyor. Aslında bu ifade ozon tabakası için de çok yerinde ve doğru bir tanımlamadır. Çünkü ozon gökyüzündeki koruyucu tabakadır ve dünyayı tehlikeli güneş ışınlarından korur.
Halbuki Kuran'ın indirildiği 7.yüzyılda kimse ozon tabakasından haberdar değildi. Bu ayetin dışında 18:90 numaralı ayetin de ayrıca ozona işaret ettiğini düşünüyoruz çünkü bu ayette de "Güneşe karşı bir siper (koruyucu)" ifadesi yer almaktadır. Tüm bunlar için rastlantı diyemeyiz çünkü O-Z-O-N (Arapça'da Vav-Ze-Vav-Nun) harfleri çok nadir olarak binlerce ayette bir yan yana gelmektedir ve "Gökyüzünün koruyucusu (bekçisi)" ifadesiyle aynı bölümde geçmektedir.
Yeni Bir Kur'an Mucisesi : Petrol
İçinde bulunduğumuz çağda maalesef enerji kaynakları uğruna savaşlar çıkmaktadır. Enerji kaynaklarının başında gelen petrolün oluşumuna ve ismine Kuran-ı Kerim yüzyıllar öncesinden işaret etmektedir. Petrol ismine işaret edilmesi mucizevi niteliktedir çünkü petrol kelimesi ilk olarak bir Alman minerologun 1556 tarihli "De Re Metallica" isimli eserinde geçmektedir yani Kuran'dan yüzyıllar sonra... Kısacası Kuran'dan asırlar sonra dünya dillerinde petrol kelimesi kullanılmaya başlanmıştır dolayısıyla Kuran petrol kelimesinin tüm dünyada kullanılacağına önceden işaret etmiştir.(Petrolün farklı dillerdeki yazılışı veya okunuşu hemen hemen aynıdır Türkçe,İngilizce,Arapça'da olduğu gibi)
Petrol kelimesini oluşturan harfler tüm Kuran'da baştan sona sadece iki yerde geçmektedir (harfler soldan sağa doğru ters diziliyor). Bunlardan ilki 6:59 nolu ayettir ve bu ayette petrole işaret edercesine "yeraltının karanlıklarındaki" ifadesi kullanılmaktadır. Yani petrolün yer altında olduğuna işaret edilmektedir.
Ayrıca bilimadamları petrolün oluşum kökenini hem hayvansal hem de bitkisel olarak açıklamaktadırlar. Yani eski çağlardaki yeşil bitkilerin uzun bir zaman aralığından sonra petrole dönüştüğünü ifade etmektedirler. Kuran'daki bir ayet de bununla örtüşmektedir: " (Rabbin) yeşil otu çıkardı, sonra da onu kapkara(simsiyah) bir sel artığına(sıvıya) çevirdi..." (Ala suresi 4,5)
Canlıların ve insanın yaratılışı konusundaki ayetlere baktığımızda, bu yaratılışların mucizevi şekilde olduğunu açıkça görürüz. Bu mucizevi yaratılış şekillerinden biri, canlıların sudan yaratılmasıdır. Pek çok ayette açıkça ifade edilen bu bilgiye insanların ulaşmaları ise, yüzyıllar sonra mikroskobun icadı ile mümkün olmuştur.
Bugün en temel ansiklopedilerde "Su, canlı maddenin en büyük öğesidir. Canlı organizmaların ağırlığının %50-90'ı sudur" ifadeleri yer almaktadır. Ayrıca bütün biyoloji kitaplarında bahsi geçen standart bir hayvan hücresinin sitoplazması (hücrenin temel maddesi) da %80 sudan oluşur. Sitoplazmanın analiz edilip bilimsel kayıtlara geçirilmesi, Kuran'ın indirilmesinden yüzyıllar sonra gerçekleşmiştir. Dolayısıyla bugün bilim dünyasının kabul ettiği bu gerçeğin Kuran'ın indirildiği dönemde bilinmesi kuşkusuz ki mümkün değildi. Ancak buna rağmen insanların keşfinden 14 yüzyıl önce Kuran'da bu bilgiye dikkat çekilmiştir
3 Karanlık Evreran'da insanın anne karnında üç aşamalı bir yaratılışla yaratıldığı bildirilmektedir:
Kuran'da insanın anne karnında üç aşamalı bir yaratılışla yaratıldığı bildirilmektedir:
... Sizi annelerinizin karınlarında, üç karanlık içinde, bir yaratılıştan sonra (bir başka) yaratılışa (dönüştürüp) yaratmaktadır…(Zümer Suresi, 6)
Yukarıdaki ayette Türkçeye "üç karanlık içinde", "üç katlı karanlık içinde" olarak çevrilen Arapça "fi zulumatin selasin" ifadesi embriyonun gelişimi sırasında bulunduğu üç karanlık bölgeye işaret etmektedir. Bu bölgeler sırasıyla:
a) Batın duvarı karanlığı
b) Rahim duvarı karanlığı
c) Amniyon zarı karanlığıdır.
Görüldüğü gibi bugün modern biyoloji, bebeğin embriyolojik gelişiminin yukarıdaki ayette bildirildiği şekilde, üç farklı karanlık bölgede gerçekleştiğini ortaya koymuştur.
.. Sizi annelerinizin karınlarında, üç karanlık içinde, bir yaratılıştan sonra (bir başka) yaratılışa (dönüştürüp) yaratmaktadır…(Zümer Suresi, 6)
ÇAMURDAN YARATILIŞ
Allah Kuran'da insanın yaratılışının mucizevi bir biçimde olduğunu haber verir. İlk insan, Allah'ın çamuru şekillendirip insan bedeni haline getirmesi ve ardından bu bedene ruh üflemesiyle yaratılmıştır:
Hani Rabbin meleklere: "Gerçekten Ben, çamurdan bir beşer yaratacağım" demişti. "Onu bir biçime sokup, ona ruhumdan üflediğim zaman siz onun için hemen secdeye kapanın." (Sad Suresi, 71-72)
Bugün insan dokuları incelendiğinde, yeryüzünde bulunan pek çok elementin insanın dokularında da bulunduğu ortaya çıkar. Canlı dokuların %95'i karbon (C), hidrojen (H), oksijen (O), nitrojen (N), fosfor (P) ve sülfür (S)'den oluşur ve canlı dokularda toplam 26 element bulunur. Görüldüğü gibi Kuran'da 14 asır evvel bildirilenler, modern bilimin bize söylediklerini -insanın yaratılışındaki malzeme ile toprağın içerdiği temel elementlerin ortak olduğu gerçeğini- tasdik etmektedir.
Alıntı
19 Aralık 2013 Perşembe
‘Verem 70 bin yıl önce bulaştı’
Bir zamanlar en ağır hastalıklardan biri olan ve etkisini halen sürdüren Verem’in, sanıldığından çok daha uzun bir süredir insanları etkilediği ortaya çıktı.
Uluslararası araştırmacıların yürüttüğü çalışmada, Verem’in coğrafi ve genetik bilgileri toplanarak evrim tarihi incelendi ve bilgiler insanların Afrika’ya uzanan kökenleriyle karşılaştırıldı.
İsviçre Tropikal ve Kamu Sağlığı Enstitüsü’nden (Swiss TPH) Sebastien Gagneux ve meslektaşları, Mycobacterium tuberculosis bakterisinin DNA’sından alınan 259 zinciri kullanarak bakterinin tüm genom dizilimini çıkardı ve elde edilen bulguları insanların evrim ağacıyla karşılaştırdı. Sonuçlar, bakteri ve insanların evrim sürecinde büyük benzerlikler ortaya koydu.
BBC’nin haberine göre, insanların ve Verem bakterisinin gelişiminde ‘şaşırtıcı benzerlikler’ tespit edildi. Gagneux, bakteriyle insanların arasındaki ilişkinin on binlerce yıl öncesine uzandığını, hatta Afrika’dan dünyaya yayılan insanların ana kıtalarından Mycobacterium tuberculosis ile çıkmış olabileceklerini ifade etti.
ÇOK DAHA UZUN ZAMANDIR BİZİMLE
Gagneux, “Tüberküloz bakterisinin gösterdiği çeşitliliğin, insan popülasyonları yayıldıkça arttığını gördük” dedi. Bulgular, Neolitik Demografik Dönüşüm döneminde yaşanan populasyon genişlemesinde, insan gruplarının diğer gruplarla bir araya geldiğini, böylece Verem’in daha kolay bir şekilde insanlar arasında yayılmış olabileceğine işaret etti.
Gagneux, “Tüberküloz bakterisinin gösterdiği çeşitliliğin, insan popülasyonları yayıldıkça arttığını gördük” dedi. Bulgular, Neolitik Demografik Dönüşüm döneminde yaşanan populasyon genişlemesinde, insan gruplarının diğer gruplarla bir araya geldiğini, böylece Verem’in daha kolay bir şekilde insanlar arasında yayılmış olabileceğine işaret etti.
Bilim insanları, Verem’in, Neolitik Demografik Dönüşüm döneminin yaşandığı 10 bin yıl öncesinde insanlarda görülmeye başladığını tahmin ediyordu. Ancak hastalığın bu dönemde zaten varolduğu ve daha fazla yayıldığı anlaşıldı.
BBC News’a konuşan Gagneux, “Verem bakterisinin çok daha eski zamanlarda, Afrika’da 60 bin yıl öncesine uzanan dönemde insanlarda yer edindiğini anladık... 10 bin yıl öncesinde ise insanlar ve hayvanlar arasında yayıldı” dedi.
TEHDİT DEVAM EDİYOR
Araştırmada yer alan Dr. Inaki Comas, bir sonraki adımın ‘Tüberküloz bakterisi aktif hale getiren ve durduran mekanizmanın anlaşılması’ olarak belirtti.
Araştırmada yer alan Dr. Inaki Comas, bir sonraki adımın ‘Tüberküloz bakterisi aktif hale getiren ve durduran mekanizmanın anlaşılması’ olarak belirtti.
Küresel çapta büyük bir tehdit olmaya devam eden Verem, 2011 yılında 1.4 milyon insanın ölümüne neden oldu. Hastalık, tedavi edilmediği sürece etkilediği insanların neredeyse yarısını öldürüyor.
Araştırmanın sonuçları, Nature Genetics dergisinde yayımlandı.
‘Neandertaller ölülerini gömüyordu’
Sahip oldukları kas gücünün yanı sıra büyük beyinlere de sahip olan Neandertaller, ortaya çıkan her yeni keşifle sanıldığından daha akıllı olduklarını gösteriyor. Araştırmacılar, gelişmiş el aletleri yapan, vücutlarını kuş tüyleriyle süsleyen, mağaralarda yaptıkları çizimlerle sanatkarlıklarını da gözler önüne seren Neandertallerin, ölülerini gömdüklerini tespit etti.
Proceedings of the National Academy of Sciences dergisine dün yayımlanan araştırmada yer alan William Rendui, “Sadece Neandertallerin Batı Avrupa’da mezarları olduğunu ortaya çıkarmakla kalmadık, aynı zamanda bu mezarları oluşturmak için güçlü bir zihnsel kapasiteye sahip olduklarını gördük” dedi.
New York Üniversitesi Hünamite ve Sosyal Bilimler Uluslararası Araştırma Merkezi’nde görevli olan Rendu, Fransa’da ‘La Chapelle-aux Saints’ adı verilen kazı alanında 13 yıl süren araştırmalar yaptı. Kazı alanında, yetişkin ve çocuk olmak üzere çok sayıda Neandertale ait kalıntı bulunurken, bizon ve ren geyiği gibi hayvanlara ait kemiklere de ulaşıldı.
ATALARIMIZ NEANDERTAL KÜLTÜRÜNÜ MÜ ALDI?
Neandertal kalıntılarını araştıran bilim insanları, iskeletlerin zarar görmemiş olduğunu, hava şartlarında da etkilenmediklerini tespit etti.
Neandertal kalıntılarını araştıran bilim insanları, iskeletlerin zarar görmemiş olduğunu, hava şartlarında da etkilenmediklerini tespit etti.
Rendu, “Yaklaşık 50 bin yıllık dokunulmamış kalıntılar, ölülerin kısa zaman içinde gömüldüğünü gösteriyor... Batı Avrupa’da Neandertallerin ölülerini gömdüklerini biliyoruz ancak bunu bir ritüel için mi yoksa tamamen pragmatik olarak mı gerçekleştirdiklerinden emin değiliz” ifadesini kullandı.
Discovery News sitesine konuşan Rendu, ‘yeni bulguların insanlar ile Neandertaller arasındaki davarnışsal farklılığı azalttığını’ belirtti.
Geçmişte yapılan araştırmalar, Neandertaller’in Homo sapiens ile beraber yaşayıp çiftleştiğini, hatta soylarının hızla azalmaya başladığı dönemlerde baskında çıkan modern insanın ataları tarafından bir nevi ‘soykırıma uğradığını’ göstermişti.
Bilim insanları, yeni bulgulardan yola çıkarak, iki türün etkileşimini de sorgulayan yeni sorular ortaya attı:
- Ölüleri ilk gömen kimdi? Nenadertaller mi, Homo sapiens mi?
- Bazı pratik sebepleri akla gelse de, ölülerini gömen tür bunu neden yapma ihtiyacı duydu?
- Neandertallerin ölümden sonra yaşam veya diğer ruhani inanışları var mıydı?
- Homo sapiens, ölüleri gömmek gibi Neandertal kültüründen bilmediğimiz özellikleri kendine aktarmış olabilir mi? Bunlar nelerdi?
Bilim insanları, bu tür sorulara cevap bularak Avrupa’nın erken tarihi hakkında yeni bilgiler elde etmeyi amaçlıyor.
17 Aralık 2013 Salı
En acı lezzet Nutella!
Biz dahil bir çoğumuzun damak tadı, hatta bazılarımızın ciddi bir tutkusu...
Peki nutella'nın aslında dolaylı bir doğal yaşam tüketicisi olduğunu biliyor muydunuz..?
Ne yazık ki bu büyük lezzetin sırrında artık doğal yaşamda pek de kolay bulunmayan ve gıda literatüründe ''palm oıl'' olarak bilinen çok kıymetli bir yağ kullanılıyor..
Bu yağın doğal kaynağı malezya ve yağmur ormanları, ancak yağmur ormanlarında artık tükenmiş olan bu yağ günümüzde sadece malezya doğasında bulunabiliyor ve malezya'da zaten bu yağın dünyadaki en büyük ihracatçı üreticisi..
Bu yağ, dev çikolata endüstrilerinin de kaliteli ürünlerinde kullanabilmek için yüksek bedeller ödeyerek temin ettikleri bir madde..
Fakat bu büyük lezzetin arkasında çok ciddi bir trajedi var...
Çünkü ''palm oıl'' aslında orangutanların en büyük besin kaynağı, fakat günümüzde artık orangutanlar bu gıda maddesine ulaşamıyorlar..
Çünkü bu yağın kaynakları endüstri üretimleri için tamamen doğal yaşamdan arındırılmış durumda, yani orangutanların bu maddeye ulaşabilmeleri ve tüketebilmeleri yasak ve imkansız...
Üstelik orangutanlar özellikle hamilelik dönemlerinde bu maddeye aşırı derecede muhtaçlar ancak onlar kendileri için hayati olan bu gıdaya artık ulaşamıyorlar ve ölüyorlar...
Çünkü kısıtlı miktardaki kıymetli üretim coğrafi iradeler tarafından büyük bedeller karşılığında dev endüstriyel üreticilere satılıyor..
Ve sofralarımıza nutella v.b. olarak geliyor...
Ama tahmin edebiliyor muyuz...?
Bu yüzden kim bilir kaç orangutan beslenemeyip ölüyor..?
Kimseye ''şunu alın, almayın, tüketin, tüketmeyin'' deme hakkımız yok..
Ama sizin bilgi alma, bizim de bilgi verme hakkımız var değil mi..?
(Alıntıdır)
Göze mücevher nakli tartışılmaya başlandı!
Cerrahi teknoloji günümüz koşullarında oldukça ileri bir seviyede. İnsanoğlunun ise farklı heyecanlar içerisinde olması akla hayale gelmeyecek olayların yaşanmasını beraberinde getiriyor. Amerika'da gerçekleşen göze mücevher nakli olayını duymayana kadar kaçımızda böyle bir düşünce oluşmuştur acaba?
New York’lu göz doktoru Emil William Chynn, 6 Kasım tarihinde Lucy Luckayanko adlı hastasının gözüne kalp şeklinde mücevher yerleştirdi. Binlerce göz ameliyatında bulunduğunu belirten doktor Emil William Chynn, bu tür bir ameliyatı ise ilk defa gerçekleştirdiğini ifade etti. Gözüne mücevher yerleştiren Lucy Luckayanko ise nakilden memnun olduğunu ve ilk başta oluşan kırmızılığın sonradan geçtiğini söyledi.
Konunun ulusal medyada gündeme gelmesiyle birlikte ABD Oftalmolojist Derneği, göze nakledilen mücevherlerin kalıcı körlüğe neden olabileceğini belirtti.
Peki işlem nasıl gerçekleştirildi? Kameraya kaydedilen nakil operasyonunda, Chynn küçük makaslar kullanarak gözün akında küçük bir delik açıyor ve kalp şeklindeki elmas parçayı yüzey tabakasıyla beyaz tabaka arasına yerleştiriyor.
Göze mücevher naklinin halihazırda farklı ülkelerde de gerçekleştiği iddia edilirken, yapılan açıklama sonrası hükümetlerin ne yönde bir yaptırım uygulayacağı merak ediliyor.
Güzel ya da farklı görünmek adına kim bilir daha neler karşımıza çıkacak?
İntihara sürükleyen gizemli ‘uğultu’
Genellikle izole ve küçük yerleşim birimlerinde geceleri duyulmaya başlayan ve önüne geçilemeyen ‘uğultu’, dünyanın birçok köşesinde binlerce insanın sinirlerini iflas etme noktasına getirdi.
İngiltere’nin Bristol kenti; ABD’nin New Mexico eyaletindeki Taos ve İskoçya’nın Largs kasabası, ‘Hum’ eziyeti çeken yerleşim birimlerinden sadece birkaçı.
Bilim insanlarının yıllardır süren araştırmalarıan rağmen, gizemli uğultunun neden sadece belli bölgelerde, populasyonun belli bir kısmını etkilediği hala sırrını koruyor.
İlk olarak 1950’li yıllarda ihbarları gelmeyen başlayan gizemli uğultu, ilerleyen yıllarda daha fazla bölgede düşük frekanslı, bir ‘zonklama ve gümbürdeme’ tarzı bir gürültü olarak daha fazla yerleşim biriminde duyulmaya başlandı.
‘Hum’ hakkındaki genel görüşler ise uğultunun genelde kapalı alanlarda duyulduğu ve geceleri gündüzlerden çok daha fazla hissedildiği. Ayrıca, kşehirlerdeki gürültüyü içermeyen kırsal bölgelerde yaygın olduğu.
“BAZEN ÇIĞLIK ATASIM GELİYOR”
İngiltere’nin Surrey kentinde yaşayan akustik mühendisi Geoff Leventhall’ın 2003 yılında yaptığı bir araştırmaya göre, ‘Hum’ bulunan bölgelerdeki nüfusun sadece yüzde 2’si uğultuyu duyuyor. Bu gürültüye maruz kalanlar ise genelde 55-70 yaş arası insanlar oluyor.
İngiltere’nin Surrey kentinde yaşayan akustik mühendisi Geoff Leventhall’ın 2003 yılında yaptığı bir araştırmaya göre, ‘Hum’ bulunan bölgelerdeki nüfusun sadece yüzde 2’si uğultuyu duyuyor. Bu gürültüye maruz kalanlar ise genelde 55-70 yaş arası insanlar oluyor.
‘Hum’ mağduru insanlar, gürültüyü ‘rölantide çalışan bir dizel motoru’ gibi tanımlıyor. İngiltere’nin Leeds kentinde uğuldamaya maruz kalan Katie Jacqures, BBC’ye, “Bu bir nevi işkence... Bazen gerçekten çığlık atmak istiyorsunuz” yorumunda bulundu.
Jacques, “Geceleri çok daha kötüleşiyor... Uyumak zorlaşıyor çünkü arka planda sürekli bu sesi duyuyorsunuz. Sürekli dönüp duruyor ve kafanızı daha fazla bu sese takıyorsunuz” dedi.
Duyma sorunu bulunmayan mağdurlardan birçoğu, şikayetleri dikkate alınmadığı zaman daha da sinirleniyor. Madurlar, baş ağrısı, mide bulantısı, halsizlik, burun kanaması ve uyku bozukluğu gibi rahatsızlıklar çekiyor. BBC’ye göre, İngiltere’de bugüne kadar en az 1 kişi ‘Hum’ yüzünden intihar etti.
‘HUM’ BÖLGELERİ
LiveScience sitesinin haberine göre, gizemli uğultuların ilk belirdiği yerlerden biri İngiltere’nin Bristol kenti. Kıyı şeridindeki kentte 1970’lerde bildirilen şikayetlerin sorumlusu olarak araç trafiği ve 24 saat çalışan fabrikalar gösterilmiş.
LiveScience sitesinin haberine göre, gizemli uğultuların ilk belirdiği yerlerden biri İngiltere’nin Bristol kenti. Kıyı şeridindeki kentte 1970’lerde bildirilen şikayetlerin sorumlusu olarak araç trafiği ve 24 saat çalışan fabrikalar gösterilmiş.
ABD’nin uğultusuyla meşhur olan yeri ise Taos kasabası. İlk olarak 1991 yılında yerel halk düşük frekanslı, gümbürtü benzeri bir sesten şikayetçi olmuş. New Mexico eyaletinde yer alan Los Alamos Ulusal Laboratuvarı’ndan araştırmacıların yanı sıra, yerel uzmanların yaptığı inceleme bir sonuç getirmemiş.
Araştırmacıların bugün uğultuların kaynağını belirmeye çalıştığı diğer yerleşim birimleri arasında Ontorio eyaltinin Windsor ve Avustralya’nın Sydney kenti sınırlarında yer alan Bondi bölgesi bulunuyor.
Telegraph gazetesine konuşan Avustralyalılar, çaresizlikten ya fanlarını ya da müzik setlerini açık tutmaktan başka bir çözüm üretemediklerini belirtiyor.
Bu çaresizliğin en büyük kurbanı ise ABD’nin Indiana kentinde bulunan Kokomo kasabası. Bir zamanlar 47 bin kişinin yaşadığı kasaba, ‘Hum’ nedeniyle 2003 yılında boşaltıldı. Adı Kokomo Hum’a çıkan kasabada yapılan araştırmalar, iki sanayi bölgesinin düşük frekanslı uğultuların kaynağı olabileceğini gösterdi.
Ancak yerleşimciler geri döndükten sonra bazı kasaba sakinleri uğultu şikayetlerine devam etti.
SEBEP NE?
Hakkında birçok komplo teorisi üretilen ve bazıları tarafından gizli bir psikolojik silah olduğu iddia edilen ‘Hum’, inanması güç teorilerin doğmasına bile yol açmış durumda.
Hakkında birçok komplo teorisi üretilen ve bazıları tarafından gizli bir psikolojik silah olduğu iddia edilen ‘Hum’, inanması güç teorilerin doğmasına bile yol açmış durumda.
Ancak araştırmacılar, gizemli olayın gerçek olduğunu ve uzaylıların Dünya’ya yolladığı ve sadece bazı insanlar tarafından algılanan sinyaller olmadığı konusunda emin.
Kokomo Hum’da yapılan araştırmaların ardından, bilim insanları ana sorumluların sanayi bölgelerindeki ısıtıcı üniteleri, elektrik akım hatları, iletişim cihazları veya yüksek basınçlı gaz hatları gibi sanayi bögeleriyle bağlantılı kaynaklar olduğunu düşünüyor.
Bir diğer teori, uğultunun sadece bazı insanlar tarafından algılanan, düşükfrekanslı elektromanyetik radyasyondan kaynaklandığı. Hatta, bazı insanlardan çok daha yüksek frekansları duyan insanların uğultuya maruz kaldığı vakalar da mevcut.
Ortaya sürülen diğer teoriler ise okyanus dalgaları ve tektonik plakaların oluşturduğu sismik faaliyetlerden, askeri deney ve denizaltıların iletişimlerine kadar uzanıyor. Ancakhiçbiri kesin bir bulgu sunabilmiş değil.
İngiliz araştırmacı Leventhall, gizemli olayın yakın zamanda çözülebileceğinden şüpheli. Leventhall, “Bu 40 yıldır süren bir gizem. Daha uzun bir süre de böyle kalacağa benziyor” dedi.
Ağaç dokusunda altın bulundu
Okaliptüs ağaçları, son 10 yılda metal rezevleri yüzde 45 azalan dünyada değerli madenlerin tespit edilmesinde kullanılabilir. Kendileri için gerekli olan mineralleri toprağın metrelerce derinliğinden çeken ağaçların, altını da es geçmediği anlaşıldı. Okaliptüs ağaçları üzerinde araştırmalar yapan Avustralyalı bilim insanları, çevresindeki toprakta bazen altın izine rastladıkları ağacın bilinmeyen bir yönünü keşfetti. Bilim insanları, ağaçların altını toprağın derinliklerinden mi çektiği veya güçlü rüzgarların altın taneciklerini ağaçlara mı savurduğu konusunda emin değildi. Yeni bir araştırma, altının ağaçların yaşayan dokusunun içinde bulunduğunu ortaya koydu. Avustralyalı araştırmacılar, güney ve batıdaki iki farklı bölgede boyları 10-60 metreye ulaşan okaliptüs ağaçlarının gövde, yapral ve dallarını inceledi. Her iki bölgede altın rezervinin bulunduğu biliniyor olsa da, altın taneciklerinden ağaçların zarar görmemesi için madencilik faaliyetleri yapılmıyordu.
Discovery News’in haberine göre, X-ray analizleri gerçekleştiren araştırmacılar, ağaçların canlı dokusu içinde 8 mikton kalınlığında altın tanecikleri bulunduğunu tespit etti. Bu kalınlık, insan saçının 10’da 1’ine denk geliyor. Analizler, düşük miktardaki altının ağaca zararlı olmadığını gösterirken, kökler tarafından çekildiğini ve yapraklara kadar ulaştığını ortaya koydu.
MÜHENDİSLERE YARDIM EDEBİLİR
Nature Communications dergisinde dün yayımlanan araştırmaya göre, ağaçların özellikle kurak bölgelerde köklerini yerin 35 metre altına kadar uzatarak altın rezervlerine ulaşabildiği belirtildi.
Nature Communications dergisinde dün yayımlanan araştırmaya göre, ağaçların özellikle kurak bölgelerde köklerini yerin 35 metre altına kadar uzatarak altın rezervlerine ulaşabildiği belirtildi.
Araştırmada yer alan coğrafya kimyacısı Melyvn Lintern, LiveScience sitesine yaptığı açıklamada, “Okaliptüs ağaçlarının 10 katlı bir binayla eşit bir mesafede yerin altından altın çekebildiğini öğrenmek bizi şaşırttı” ifadesini kullandı.
Avustralya ve Yeni Zelanda’ya özgü ağaçların ‘madencilik için düşünülemeyeceğini’ vurgulayan Lintern, “Ağaçlardaki altında miktarı son derece düşük. Bir yüzük yapmak için gereken altını elde etmek için 500’den fazla ağaca ihtiyacınız olurdu” dedi.
Öte yandan, okaliptüs ağaçları derinklerde gömülü altın rezervlerinin tespit edilmesinde mühendislere yardımcı olabilir. Lintern, bu şekilde zaman ve maliyetten tasarruf edilebileceğini öne sürdü.
16 Aralık 2013 Pazartesi
Çin’in ilk ay robotu keşfe başladı
Çin’in Ay’a gönderdiği ilk robotu Yutu (Yeşim Tavşan), keşfe başladı. Dün başarıyla Ay yüzeyine indirilen uzay aracı 'Chang’e-3'ten (Ay Tanrıçası) yerel saatle bugün 04.35'te ayrılan 6 tekerlekli 'Yutu' ismi verilen insansız gezici keşif robotu, sorunsuz bir şekilde gezegene ayak bastı.
Yutu, Ay yüzeyinde 3 ay süreyle bilimsel gözlemler yapacak. Chang'e-3 ve Yutu birbirinin fotoğrafını çekerek Dünya’ya gönderecek. 140 kilogram ağırlığında olan ve güneş enerjisiyle çalışan Yutu, Ay'ın kuzeybatısında yer alan Sinüs Iridum veya Gökkuşağı Körfezi adlı kadrandaki bazaltik lav ovasındaki 5 kilometrekarelik bir alanda araştırma yapacak.
Ay robotu, 'bağımsız’' navigasyon sistemi ve tekerleklerinin Ay’ın toz yüzeyini kavrayabilmesi gibi ileri teknolojiye sahip. Ayrıca 30 dereceye kadar eğimli tırmanma kapasitesine sahip araç, büyük sıcaklık değişimlerine de dayanabilen entegre bir robot. Gezici aracın görevleri arasında, doğal kaynakları ararken, Ay'ın jeolojik yapısı ve yüzeyindeki maddeleri ölçme de bulunuyor.
Çin’in başarılı gerçekleşen Ay misyonu, ülkede büyük sevinçle karşılandı. Devlet televizyonu fırlatılışı ve Ay’a inişi izleyicilerine aktardı.
Uzay programının tamamen barışçıl amaçlı olduğunu söyleyen Çin, projeyi milli kalkınma ve uluslararası arenada daha çok söz sahibi olma hedefinin önemli bir ayağı olarak görüyor.
Dün gerçekleşen başarıyla, Çinli taykonotlar Ay’a ayak basması ve bir uzay istasyonu kurulması hedefine yönelik de önemli bir adım atılmış oldu.
'Yutu' ismi, iyilik, saflık ve çevikliliğin sembolü manasında kullanılıyor ve görünümü ve çağrışımı Ay gezici aracıyla özdeş olarak yorumlanıyor. Çin kültüründe Yutu, Çin’in uzay misyonuna adını veren Ay tanrıçası Chang'e’nın evcil beyaz tavşanı olarak da biliniyor.
Çin efsanesine göre, Chang’e, sihirli hap yuttuktan sonra yanına evcil hayvanını aldı ve Tanrıça olduğu Ay’a doğru uçtu. O tarihten buyana da Ay’da beyaz yeşim tavşanıyla birlikte yaşadı.
Çinli yetkililer, Yutu’nun Çin’in uzayı barışçıl kullanımını yansıttığını da söyledi. Dünya genelinde yapılan ve 'Tansuo' (keşif) ve 'Lanyue' (Ay’ı yakalamak) popüler isimlerinin de bulunduğu oylamada 3,4 milyondan fazla kişiden 650 bini Yutu ismini seçti. Bir diğer popüler isim de Çin'in uzay programının babası olarak kabul edilen bilim adamı 'Qian Xuesen' idi.
15 Aralık 2013 Pazar
2013'ün 'Altın Tweet'leri
Twitter, 2013’ün en çok paylaşılan ‘altın tweet’lerini (Golden Tweets) listesini açıkladı. Bu yılın en fazla retweet edilen tweet’leri en çok ölüm ve kutlama-tebrik üzerine yapılan paylaşımlar oldu.
Yılın en çok retweet edilen tweet’i ise oyuncu Lea Michele’e ait. Michele'in aynı dizide rol aldığı oyuncu sevgilisi Cory Monteith’in ölümünün ardından paylaştığı fotoğraf, 130 ülkede 408 bin kere paylaşıldı. Monteith’in ölümünden sonra ilk defa tweet atan Michele, “Sevginiz ve desteğinizle bu dönemi atlatmama yardım ettiğiniz için teşekkürler. Cory sonsuza kadar kalbimde olacak” mesajını yazmıştı.
Kasım ayında hayatını kaybeden Paul Walker’ın ölüm haberi de yılın en çok paylaşılan ikinci tweet’i oldu. Tweet 400 binden fazla kez paylaşıldı.
Öncelikle yılın altın tweet’lerine göz atalım. Twitter’a göre 2013 yılında birinciliği ünlü Glee dizisinin oyuncularından Lea Michele’in aynı dizideki rol arkadaşı Cory Monteith’in hayatını kaybetmesi üzerine gönderdiği tweet aldı. Michele’in tweet’i 2013 yılında 133 farklı ülkeden tam408 bin kez retweet edildi.
İkinci sırada bu kez de Hızlı ve Öfkeli filmi ile tanınan ünlü aktör Paul Walker’ın ölüm haberinin Twitter üzerinden resmi olarak paylaşdılığı tweet geliyor. Bu tweet de yaklaşık400 bin kez retweet edildi.
Üçüncü sırada ünlü müzik grubu One Direction’ın üyelerinden Niall Horan’ın 20 yaşına basmış olması ile ilgili “coşkulu” tweet’i geliyor. Bu tweet de toplamda 367 bin retweet toplamayı başardı.
Twitter’ın 2013 yılına özel olarak hazırladığı sayfasında ise geride bırakmak üzere olduğumuz yılda dünya çapında öne çıkan konulara göz atabilirsiniz.
Satürn'ün halkalarının yaşı belli oldu
Gök bilimciler, Satürn'ün halkalarının yaşını belirlemeyi başardı. Cassini uzay aracının gönderdiği veriler, halkaların yaklaşık 4.4 milyar yıl önce oluştuğunu ortaya koydu.
Bilim insanları arasında ne zaman oluştuğu konusunda tartışmaya neden olan halkaların, Satürn'ün uydularıyla beraber daha yakın zamanlardan ortaya çıktığı düşünülüyordu.Amerikan Jeofizik Birliği'nin düzenlediği zirvede sunulan araştırma sonuçları, gaz devinin halkalarının uydularından önce var olduğunu savundu.Colorado Üniversitesi'nden Sascha Kemp, "Cassini verileri, halkaların yüz milyonlarca değil, milyarlarca yıl öncesine ait olduğunu gösterdi" ifadesini kullandı. Satürn'ün ana halka sistemi devasa boyutta olsa da, kozmik ölçüde sadece bir jilet kalınlığında.
Yaklaşık 280 bin kilometre genişliğindeki Satürn ana halka sistemi, dikey pozisyonda sadece 10 metre kalınlığında. Ağırlıklı olarak buz halini alan sudan oluşan halkalar, meteor yağmurlarının neden olduğu çok küçük boyutlarda meteroitler de içeriyor.Kempf ve meslektaşları, küçük parçacıkların halka sistemini ne sıklıkta ziyaret ettiğini tespit etmek için Cassini'nin Kozmik Toz Analiz cihazını kullanıyor.Araştırmalar, sistemi ziyaret eden parçacıkların şaşırtıcı derecede düşük olduğunu gösteriyor. Saniyede, gezegenden 5 ile 50 Satürn çapı kadar mesafeye düşen parçacık oranı 0.00000000000000000001 gram.Buradan yola çıkarak, gök bilimciler halka sisteminin oluşması için geken sürenin yaklaşık 4.4 milyar yıl olduğunu saptadı.
Kempf ve meslektaşları, Satürn'ün halkasına dahil olan parçacıkların Güneş Sistemi'nin çevresindeki birçok noktadan geldiğini belirtti.Neptün'ün ötesindeki Kuiper Kuşağı ve Güneş Sistemi'ne kuyrukluyıldızlar yollayan, buzul enkaz bölgesi Oort Bulutu da yer alıyor.Dünya'ya bir kalkan görevi gören Jüpiter, Güneş Sistemi'nin Güneş'e yakın gezegenlerini meteor yağmurundan koruyan bir perde görevi görüyor...
3.2 milyar dolarlık bir proje olan Cassini, 1997 yılında ateşlendi ve 2004 yılında Satürn'ün yörüngesine ulaştı. Uzay aracı, 2017'ye kadar sürecek görevinde Satürn ve uydularını incelemeye devam edecek.
Yaklaşık 280 bin kilometre genişliğindeki Satürn ana halka sistemi, dikey pozisyonda sadece 10 metre kalınlığında. Ağırlıklı olarak buz halini alan sudan oluşan halkalar, meteor yağmurlarının neden olduğu çok küçük boyutlarda meteroitler de içeriyor.Kempf ve meslektaşları, küçük parçacıkların halka sistemini ne sıklıkta ziyaret ettiğini tespit etmek için Cassini'nin Kozmik Toz Analiz cihazını kullanıyor.Araştırmalar, sistemi ziyaret eden parçacıkların şaşırtıcı derecede düşük olduğunu gösteriyor. Saniyede, gezegenden 5 ile 50 Satürn çapı kadar mesafeye düşen parçacık oranı 0.00000000000000000001 gram.Buradan yola çıkarak, gök bilimciler halka sisteminin oluşması için geken sürenin yaklaşık 4.4 milyar yıl olduğunu saptadı.
Kempf ve meslektaşları, Satürn'ün halkasına dahil olan parçacıkların Güneş Sistemi'nin çevresindeki birçok noktadan geldiğini belirtti.Neptün'ün ötesindeki Kuiper Kuşağı ve Güneş Sistemi'ne kuyrukluyıldızlar yollayan, buzul enkaz bölgesi Oort Bulutu da yer alıyor.Dünya'ya bir kalkan görevi gören Jüpiter, Güneş Sistemi'nin Güneş'e yakın gezegenlerini meteor yağmurundan koruyan bir perde görevi görüyor...
3.2 milyar dolarlık bir proje olan Cassini, 1997 yılında ateşlendi ve 2004 yılında Satürn'ün yörüngesine ulaştı. Uzay aracı, 2017'ye kadar sürecek görevinde Satürn ve uydularını incelemeye devam edecek.
14 Aralık 2013 Cumartesi
İnsanlar 6 bin yıl önce baharat kullanıyordu
Avrupalıların baharatlara olan düşkünlüğü, sanılandan çok daha eski tarihlere uzanıyor. İngiltere’nin York Üniversitesi’nden antropolog Oliver Craig, Danimarka’da ortaya çıkarılan çömlek kalıntılarında biber ve hardal benzeri baharat buluntularına rastlandığını açıkladı.
Buluntılar, Baltık bölgesinde yaşayan insanların et ve balık pişirirken yemeklerine lezzet katmak ya da yemeklerin bozulmasını önlemek adına baharat kullandıklarını ortaya koydu.
İngiliz ‘New Scientist’ dergisine konuşan Craig, ‘insanlığın tam olarak hangi tarihte yemeklerini çeşnilendirmeye başladıklarının bilinmediğini, fakat Kuzey Avrupa’da bilinçli olarak kullanılan baharatların izine yaklaşık 6100 yıl önce rastlandığını’ ifade etti.
Baharatların yabani bitki örtüsüyle kaplı bölgelerde yetiştiğini’ belirten Craig, ‘herhangi bir bölgede baharat kalıntısına rastladıklarında, baharatların yemeklerde kullanılıp kullanılmadığından emin olamadıklarını çünkü kalıntıların civarda yetişen bitkilerden de gelmiş olabileceğini’ vurguladı.
Bilinen en eski baharat kalıntısı İsrail’deki antik bir kentte bulunmuştu. 23 bin yıllık kişniş kalıntısının o dönem yemeklerde kullanılıp kullanılmadığı ise henüz bilinmiyor.
DAHA LEZZETLİ VE DAHA SAĞLIKLIİnsanoğlunun baharat kullanmakta niçin bu kadar hevesli olduğu konusunda bilim insanlarının birkaç teorisi ön plana çıkıyor.
Cornell Üniversitesi’nden Paul Sherman, bazı baharatların anti-mikrobik olduğunu ve besinlerin ömrünü uzattığını, bunun baharat kullanımında etkili bir sebep olabileceğini vurguluyor.
Fakat Sherman’a göre yine de daha basit bir açıklama mümkün: “Baharat kullanmamızın işlevsel bir sebebi olmayabilir” diyen Sherman, insanların sadece damak zevklerinden dolayı bile binlerce yıldır baharat kullanıyor olabileceğini sözlerine ekledi.
İran Uzay’a ikinci kez maymun gönderdi
İran Devlet Televizyonu, içinde maymun bulunan ikinci araştırma uydusunun ateşlendiğini açıkladı.
Haberde, yeryüzünden 120 kilometre yüksekliğe çıkan uydunun 15 dakika içerisinde başarıyla geri döndüğü, "Fargam" adlı maymunun da sağ olduğu belirtildi.
Araştırmanın hedefinin, ses, görüntü ve numune gaz bileşenlerini kaydederek kapsül içerisinde meydana gelen biyolojik değişikliklerle, maymuna bağlanan EKG ile canlının yaşamsal bulgularını saptamak olduğuna işaret edildi.
Araştırmacıların elde ettikleri bilgilerin uzay biyolojisi, fizyoloji, uzay ve biyomedikal mühendislikleri gibi birçok uzay teknolojisi alanındaki araştırmalarda kullanılacağı ifade edildi.
İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, hükümetin resmi sitesinden yayınladığı açıklamada, elde ettikleri başarıdan ötürü İranlı uzay araştırmacılarını kutladı.
MAYMUN İÇİN YENİ ÖNLEMLERİranlı araştırmacılar, bu başarıyı uzaya insan göndermeye bir adım daha yaklaşılması olarak değerlendiriyor. İran, 28 Ocak 2013'te içinde canlı taşıyan "Öncü" isimli ilk araştırma uydusunu uzaya göndermişti.
Araştırmacılar, ‘Öncü’den farklı olarak yeni uyduda, fırlatma rampasında daha düşük ivme ve türbülans sağlayan sıvı yakıt kullanarak kapsül içindeki canlının daha az zarar görmesini hedeflediklerini belirtti.
İran, "Omid" (Ümit) adındaki ilk yerli füzesini 2009 yılında Uzay’a göndermişti. Tahran, ilk astronotunu 2020 yılında uzaya göndermeyi hedeflediğini açıklamıştı.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)